Nedir bu dizilerden alıp veremediğimiz...
Herkes birini hedef almış saldırıyor fütürsuzca...
Son olarak Başbakan da el attı bu konuya... Tepki göstermekle kalmadı, kanalın sahibini bile kınadı. Anlaşılan ne yapsan da, ne kadar suyuna gitsen de başbakan, adamımdır demiyor, gelişine çakıyor.
Türkiye'de önemli bir sektör dizi sektörü. Binlerce kişi yemek yiyor. Çoğu zaman çalışma şartlarından şikayet ediliyor. Ama gel gör ki, ecdad konusunda bu kadar hassas olanlar, emekçilerin hakları konusunda kılını bile kıpırdatmıyor...
Muhteşem Yüzyıl, 150 milyon kişi tarafından dünyanın dört bir yanında izleniyor diyerek koltuklarını kapartanlar, o sette gece gündüz, soğuk sıcak, kar yağmur demeden çalışanların haklarını sormayı akıl bile edemiyor.
Öyle bir ülke ki, 2 numara istiyor diye (başbakan yani) damadının kanalında dizi yapılıyor. Türban taktırılıyor, izleyin deniliyor. Bu dizi nedense bizim örf ve ananelerimize uygunmuş.
Amerika'da, yönetmenler, yapımcılar, kendi ülkerindeki liderleri, hatta ecdadlarını eleştirken, göbeğinizi kaşıyıp, hah hah hah demeyi iyi biliyordunuz. Ona niye karşı gelmediniz. Niye tepki göstermediniz...
Popülist olmak için dizilerle uğraşmaya gerek yok. Sen başbakansın, büyük düşün derim... Ülkenin sorunlarıyla uğraş. Ekonomiyi rayında götür, emekçilerin haklarını ver. Memura zam yapmayı sürdür.
Elalelim yabancısı benim aldığımız yarısına araba almasın... (60 bin liralık arabanın ötv'siz hali 38 bin lira. 18 bin lira ötv, gerisi de kdv), dünyanın en pahalı benzinini kullanmayalım. (ha pardon bu aralar norveç önde)
Elindeki gücü kullanıp, kafan estiğinde işadamlarına, gazetecilere kısacası istediğin herkese tehditler savurma.
Bir gün de yüreğin yetiyorsa, sana çanak sorular sormayacak gazetecilerle bir televizyon kanalına çık.
İleri demokratım diyorsun da, yüreğin varsa, muhalefet liderleriyle aynı ekranda açık oturuma katıl. O eleştirdiğin eski liderler senden daha yürekliydi. En azından yüz yüze tartışabiliyordu.
Elinde güç var diye, şirketleri arkalarından vurup, işadamlarını zorda bırakıp, kanallarını elinden alıp, eşine dostuna verme. Ben maaşımı aldığım bankadan kredi çekemezken, sen eşine dostuna devletin bankasından milyon dolarlık kredi verdirme.
Şiir okuduğun için seni içeri atanlara kızarken, kitaptan nasıl bomba ürettiğini halka açıkla.
İnsanları ölümü gösterip, sıtmaya razı etme... İnsanları kömürle, bulgurla, dinle, kitapla kendine bağlama...
Balkona çıkıp ahkam kestikten sonra, tam tersini yapma.
Ülkenin insanlarının dini duygularını sömürme, din senin tekelinde değil. Allah'a inanmak, sana oy vermekten geçmiyor, bunu bil önce. İnsanların zaaflarından yararlanma.
Yapma bunları...
-----
Ha bu arada, Muhteşem Yüzyıl'ı o dönemi hatırlamak için izliyorum, Kanuni gözümde küçülmüyor, daha da büyüyor. 40 küsür sene padişahlık yapmış birini canlandırıyorum gözümde.
Seksenleri izliyorum. Çünkü özlem duyuyorum o yıllara, her şeye rağmen özlem. Sizden ötürü...
Yalan dünyayı izliyorum, gülüyorum doyumsuzca...
Behzat ç'yi izliyorum, rakının ne de güzel bir şey olduğunu görüyorum. Dostluğun, Ankara'nın güzelliğine varmak için...
Kuzey Güney'i izliyorum. Bade işçil çok güzel kız, sırf onu görmek için.
İşler Güçler'i izliyorum, tüm iş yorgunlugu ve stresini onunla gülerek attığım için..
-----
Bence başbakan, sen de bu gözle izle dizileri. Bak o zaman sorun kalmayacak..
27 Kasım 2012 Salı
1 Kasım 2012 Perşembe
Büyüdük büyüdük, kentsel dönüşümle büyüdük...
Hani bir reklam filmi var. Süt reklamı... Bir nesil bizimle büyüdü diyorlar spotlarında...
İşte aynen öyle.. Bizler de bir nesil mahalleyle, toprakla, çimenle, ağaçla, misketle, komşuyla, su birikintisindeki kurbağalarla, boyumuzu aşan karla, bahçelere dalmakla, bize en yakın plajda denize girerek, özgürce mahalle aralarında top oynayarak büyüdük..
Daha kentsel dönüşümün başlamadığı, İstanbul'un ranta dönüşmediği dönemlerdi... Biz çocuklara geniş geniş oyun alanlarının sağlandığı, şoförlerin taştan kale direkleri arasından dikkatlice geçtikleri, hatta gülümsedikleri dönemlerdi...
Bahçesine daldığımız büyüklerimizin ''lan sizi bi elime geçirirsem'' diyerek bağırdığı ama asla küfretmediği dönemlerdi...
Kolluklarımızı takıp, yürüyerek, şarkılar söyleyerek plajlara gittiğimiz, koli basilinin ne olduğunu bile bilmeden yüzdüğümüz dönemlerdi.
Yıllar yılları kovalamadı, İstanbul rant kenti oldu... Kentsel dönüşüm adı altında her yer betonlaştı.
Sormadılar kimseye... Oy verdiklerimiz bile sormadı, buralara bina yaptıracağım uygun mu size diye.
Birer birek yok ettiler mahallelerimizi, doğal oyun alanlarımızı. Kirlettiler denizlerimizi... Artık kurbağa bile göremez olduk. Yüksek binalar diktiler. Evini vermeyene kötü gözle baktılar...
Kentsel dönüşümün sadece bina yapmak olduğunu düşünüyordu zihniyet. Kimse yahu burayı da doğal haliyle bırakayım demedi..
Müteahitler çıktı, babasının ormanı gibi ''kim istemez böyle bir ormanı'' diye hava attı. Ardından da daracık daireleri dünyanın parasına sattı.
Meydanlar şehirlerin vizyonudur dediler, Taksim Meydanı'nı kazmaya başladılar. Yayalaştırma adı altında, betonla dolduracaklar.
Beton yığını dediğimiz New York'ta bile İstanbul'da olmadığı kadar büyük bir park var. Hani filmlerde sık sık gördüğümüz...
Bizde de ormanlar var.Ama yandaşlara büfe olarak kiralanan ormanlar. Artık nefes almak bile parayla olacak anlaşılan.
İstanbul çok kalabalık, artık göç almamalı deniyor ama, tek katlı evlerin yerine devasa binalar yapılıyor... Daha fazla inanın gelmesi isteniyor... Dandirik havuzlar, parklar konularak sitelere, sosyal tesis adını veriyorlar..
Dönüşüyoruz belki ama sadece binayla... Çocukluk özlemi hayallerimizle değil...
İşte aynen öyle.. Bizler de bir nesil mahalleyle, toprakla, çimenle, ağaçla, misketle, komşuyla, su birikintisindeki kurbağalarla, boyumuzu aşan karla, bahçelere dalmakla, bize en yakın plajda denize girerek, özgürce mahalle aralarında top oynayarak büyüdük..
Daha kentsel dönüşümün başlamadığı, İstanbul'un ranta dönüşmediği dönemlerdi... Biz çocuklara geniş geniş oyun alanlarının sağlandığı, şoförlerin taştan kale direkleri arasından dikkatlice geçtikleri, hatta gülümsedikleri dönemlerdi...
Bahçesine daldığımız büyüklerimizin ''lan sizi bi elime geçirirsem'' diyerek bağırdığı ama asla küfretmediği dönemlerdi...
Kolluklarımızı takıp, yürüyerek, şarkılar söyleyerek plajlara gittiğimiz, koli basilinin ne olduğunu bile bilmeden yüzdüğümüz dönemlerdi.
Yıllar yılları kovalamadı, İstanbul rant kenti oldu... Kentsel dönüşüm adı altında her yer betonlaştı.
Sormadılar kimseye... Oy verdiklerimiz bile sormadı, buralara bina yaptıracağım uygun mu size diye.
Birer birek yok ettiler mahallelerimizi, doğal oyun alanlarımızı. Kirlettiler denizlerimizi... Artık kurbağa bile göremez olduk. Yüksek binalar diktiler. Evini vermeyene kötü gözle baktılar...
Kentsel dönüşümün sadece bina yapmak olduğunu düşünüyordu zihniyet. Kimse yahu burayı da doğal haliyle bırakayım demedi..
Müteahitler çıktı, babasının ormanı gibi ''kim istemez böyle bir ormanı'' diye hava attı. Ardından da daracık daireleri dünyanın parasına sattı.
Meydanlar şehirlerin vizyonudur dediler, Taksim Meydanı'nı kazmaya başladılar. Yayalaştırma adı altında, betonla dolduracaklar.
Beton yığını dediğimiz New York'ta bile İstanbul'da olmadığı kadar büyük bir park var. Hani filmlerde sık sık gördüğümüz...
Bizde de ormanlar var.Ama yandaşlara büfe olarak kiralanan ormanlar. Artık nefes almak bile parayla olacak anlaşılan.
İstanbul çok kalabalık, artık göç almamalı deniyor ama, tek katlı evlerin yerine devasa binalar yapılıyor... Daha fazla inanın gelmesi isteniyor... Dandirik havuzlar, parklar konularak sitelere, sosyal tesis adını veriyorlar..
Dönüşüyoruz belki ama sadece binayla... Çocukluk özlemi hayallerimizle değil...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)