14 Haziran 2013 Cuma

Çok yaşayın gençler...

Diren gezi parkı... Özgürlük için diren. Nefes alabilmek için diren. Saygı için diren. Sevgi için diren.

O çocuklar ülkemin aydınlık yüzü. Alkolik olabilirler, giyimleriyle marjinal sayılabilirler. Ama asla bölücü değiller, asla yıkıcı değiller, asla çatışmacı değiller...

Bu çocuklar ne 1960 darbesini gördü, ne 12 Mart'ı yaşadı. 12 Eylül'de de yoklardı. Askeri vesayetin hiçbirini tadmadılar. Abilerinin, babalarının, dedelerinin yaşadıklarını yaşamadılar... İyi ki yaşamadılar.

Daha özgür yaşamaktı istedikleri. Bir ağacın varlığı bile onların için önemliydi.. Kırmadılar, yıkmadılar. Direndiler sadece.

Çok görüldü onlara bu istekleri. Kin yoktu hiçbirinin içinde. Kin duygusu bilmiyorlardı. Ama büyük bir nefret ve kinle gidildi üzerlerine. Hakaret edildi, vuruldu, en sert şekilde müdahale edildi... Hiçbiri elini kaldırıp da fiske vurmadı kimseye.

Peki neden bu kin ve öfke. Gençlerin iyimserliği mi kızdırdı onları. Zeka ürünü yazdıkları mı? Kimsenin aklına gelmeyecek yardımlaşmaları mı? Lider olmadan hayatlarını sürdürebildiklerini göstermeleri mi? En zor anlarda birbirlerine olan destekleri mi?

Bu gençler yüzakı Türkiye'nin... Yok olup gitmiş, unutulmuş duyguları yaşattılar yeniden ülkeme. Geçmişe dönüp ''ah ne güzel günlerdi'' denilen yıllardaki gibiydi her biri...

Zekalarıyla alt edemeyince gençleri, dövdüler, vurdular, hor gördüler, hakaret ettiler. Ama bilmedikleri bir şey vardı. Atalarımız der ya; kötü söz sahibinindir. İşte öyle oldu. Gençler kazandı, ruhları kazandı. Ne olursa olsun, karar ne olarak çıkarsa çıksın, o gençler yürekleriyle kazandılar...

Gezi Parkı'nı yıkabilir, yerine rant dikebilirsiniz. Ama bu gençlerin kocaman yüreklerindeki zaferi asla yok edemezsiniz...

Gelecekten eminim artık. Başım sıkışsa arkamda kimin olduğunu biliyorum. Bugün ben onların yanındayım, biliyorum ki, yarın da onlar benim arkamda olacak. Hepimizin arkasında olacak..

Çok yaşayın gençler. Sizlerle gurur duyuyorum. İyi ki varsınız...


27 Mayıs 2013 Pazartesi

Kara sevda: Gazetecilik...

Delikanlılık hayalimdi gazetecilik... Orta okul döneminde gazetelerin verdiği televizyon eklerini okurdum. Kanalların haftalık yayın akışlarını incelerdim. Sonra kendimce akış yapardım.

Hatta Türkiye'nin ilk müzik  - spor kanalını da kurmuştum. 24 saat müzik ve spor yayını yapan bir kanaldı. Hayaldi ama güzeldi.

Sonra biraz daha büyüdüm. Lise son. Bir film izledim, hayatımın akışı hızlandı. Adı "up close and personal" idi. Yani Türkçe çevirisiyle çok yakın ve çok özel. Bir aşk filmiydi ama televizyoncu bir çiftin aşk hikayesiydi..

Film bittiğinde kararım kesindi. Gazeteci olacaktım. Dönüşü yoktu. Ne annemin öğretmen ol isteği ne de babamın turizm oku otelde çalışırsın telkini kararımı değiştirdi. Sınava girdim. Tüm tercihlerim iletişim fakülteleriydi...

Ve olmuştu. Kazanmıştım. Hayallerim gerçek olmuştu. Daha orta okulda resmettiğim hikaye önümdeydi. Gazeteci olacaktım. İnsanlara bilinmeyenleri ilk ben aktaracaktım.

4,5 yıl okudum, yarım dönem uzattım. Zira askerlik vardı.. Sonra Staj yaptım, parasız aylarca çalıştım. Hiç sıkılmadım, hiç of demedim. İçimdeki istek öylesine büyüktü ki, seviyordum bu mesleği.

Yıllar yılları kovaladı. O filmde izlediğim gazetecilik değildi yaptığım. O filmdeki bir aşk da değildi... Neydi peki bu yaptığım. Ben de yanıt veremedim buna.

Ama yine de direndim. Seviyorum dedim ya bu mesleği, hem de öyle böyle değil. Ölesiye bir aşktı bu.

Fakat aşk bitiyor mu diye soruyorum kendime. Hele belirsizlikler var ya, kopartıyor insanı yaptığından.

Gazetecilik benim için sevda, kara bir sevda.

Bir yanım kopmak istiyor, diğer yanım sımsıkı tutuyor.
Bir yanım kalk git diyor, bir yanım kal diye diretiyor.
Bir yanım öfkeli, diğer yanım saf aşık...
Bir yanım kızgın, diğer yanım sevdalı...

Her şeye rağmen gazeteciyim... Öyle de kalacak gibi.. Kimbilir...

14 Mayıs 2013 Salı

modern toplum...

Trt'de bir dizi var. Salı günleri yayınlanıyor. 80'ler diye. Mutlaka denk gelmişsinizdir. Kiminin çocukluğunu, kiminin gençliğini anlatıyor. Neler yaşadıklarını, neler yaptıklarını...

Bakkal dükkanlarını, mahalle manavını, kasabı, kahveyi ve karakolu yani geçmişi, özleyenlere hatırlatıyor...

Artık yok bunlar. Her yer devasa sitelerle çevrili. Koca koca apartmanlar, yüksek duvarlarla örülü siteler. Her yanında güvenlik görevlisinin gezdiği rezidanslar.

Kime sorsanız özlem duyar o günlere. Hatta gözleri dolar. Derin bir ah çeker. Nerde o eski günler der.

Yapılan büyük binalara kızar. Yeşil alan kalmadı der. Ah nerde o eski mahalleler, kasaplar, bakkalar diye dert yanar.

Dert yanar da gerçekten bu kadar samimi mi acaba insanoğlu. Denk geldiğim birçok olay aslında olmadığını gösteriyor. Neden mi?

İstanbul'un nehüz rezidans girmemiş bazı semtleri var. Birçoğumuz onlara gecekondu mahalleleri diyoruz. İşte oradan geçerken, ev sahipleri ya balkonda halı yıkıyor ya da evinin önüne minder atmış oturuyor.

Bunu gören hemen başlıyor. Bu ne yahu. Burası İstanbul. Başka İstanbul yok.

O mahallerde oturanlara pek iyi gözle bakmıyor. Yaptıklarını İstanbul'a yakıştırmıyor. Peki niye tepki gösteriliyor? Hani 80'leri özlüyordunuz, hani o mahalle hayatını istiyordunuz? Noldu.

İnsanoğlu o dakikada şöyle bir ikilem içine giriyor. Geçmişe özlem duyuyor ama modern yaşam ağır basıyor.

İstanbul gelişiyor, insanlar özlem duyuyor geçmişe. Ama ilerledikçe, geliştikçe ne kadar özlem duyulsa da o günler sadece hatıralarda kalsın istiyor. Şimdi öyle bir hayat ver, hiçbiri kabul etmeyecektir.

En iyisi biz sadece dizileri izleyip, vay be diyelim. Ama o mahalleden geçerken de balkonunda halı yıkayana sadece tebessüm edelim...



19 Nisan 2013 Cuma

Safranbolu...

Dar sokakları, taş yolları ve tarihi konuklarıyla dünya mirası bir ilçe Safranbolu...
 
35 yıllık yaşamında ilk kez gittim bu şirin kasabaya... Dağ bisikleti yarışlarını takip etmek için görevli gittim.
 
Tem otoyolundan kurtulup, Safranbolu yoluna girdiğimizde farkı hissetmeye başladık. Batı Karadeniz'in yemyeşil doğası karşıladı bizi. Doya doya içimize çektiğimiz oksijen ciğerlerimizi yaktı, zira alışık değildik. İstanbul'da egzoz dumanları arasında boğuldumuzdan..
 
Safranbolu, ikiye ayrılmış. Yeni Safranbolu, asıl merkez. kasabanın idari birimleri burda. 3-5 kilometre ötede ise. tarihi konaklarıyla Eski Safranbolu karşıladı bizi. 1994 yılında Unesco tarafından dünya mirası ilan edilen kasabada, otele yerleştik.

Otel dediysem de öyle 5 yıldızlı her şey dahil otellerden değil. Konaktı otelimiz. Odamız da konak odası...
 
Osmanlı dönemine gittik ilk gördüğümüzde odayı. Banyoyu aradık ama bulamadık. Acaba dışarda mı diye sorduğumuzda, görevli bize gizli bölmedeki banyoyu gösterdi. Dolabın içine gizlenmişti banyo ve tuvalet. Burda tüm evlerde böyleymiş.
 
Akşamı ettik, ertesin güne uyandık... Bisiklet yarışı için çarşıdayız... Ve zorlu yarış başladı... Bisikletçiler, dik yokuşlardan geçerken epey zorlandı. Bir de yağmur başlayınca işleri daha da zorlaştı. Biz de onları takipteyiz haliyle. Sırılsıklam olduk ama harika bir yarışı da haber yapmış olduk...
 
Yarış bitti, yağmur da durdu... Sıra geldi tura.. Küçük, kutu gibi yer burası. Taş yollarda gezerken, adım başı lokumcuya rastlıyoruz. Her geçtiğimiz yerde de ikram eksik olmuyor. Tatlı yemekten yorulduk zira.
 
Özellikle Safranbolu'ya da adını veren safranlı lokum ve çifte kavrulmuş lokum rağbet görüyor. Alışverişimizi de yaptıktan sonra sıra geliyor çok farklı ve özel bir yere ziyarete gitmeye...
 
Buranın adı cam teras. Tokatlı Kanyonu'na yapılan muhteşem bir yapıt...

Yerden yaklaşık 100 metre yükseklikte tamamen camdan yapılan bir eser. Üstüne çıkıyorsunuz ve kanyonun tüm güzelliğini net bir şekilde görebiliyorsunuz. Biraz korkutucu ama görülmeye değer.

Bu kısa gezinin ardından artık dönüş zamanı... Bu muhteşem güzelliği geride bırakıyor ve İstanbul'a doğru yola çıkıyoruz.

Bir daha görüşmek dileğiyle...

21 Mart 2013 Perşembe

Dedem...

Şöyle bir söz vardır... 

Evlat sermaye ise torun kârdır...

Şu an çok önemli bir sermayem var, kızım. Ama ileride kâr'a da geçecem.. Dede olacağım.

Ben de birinin sermayesiydim... Dedemin... Bu hayattaki son büyüğümdü... Göçüp gitti dün... Ben dedemden ayrıldım, o ise kâr'ından...

En son dün gördüm, musalla taşında...

Hep şöyle derdi bana.. Yahu Deniz geç şöyle Ali Kırca'nın arkasından da seni göreyim... Arkasından geçmedim ama çıktım ekrana. Gördü beni, yıllarca en sadık dinleyicimdi... Benim çalıştığım kanaldan başka bir kanalda haber dinlemezdi...

Atv'deyken o da sadece Atv'ye seyrederdi, Show'a geçtim, benimle birlikte o da transfer oldu Show'a...

Hasta ya da izinli olduğumda sesimi duymadığında mutlaka sordururdu bu çocuk niye yok diye. Öğrenir nedenini, rahathlardı...

Öğrencilik zamanımda evini, masasını açtı bana...

Baba yanında ayak ayak üstüne atardım ama onun yanında asla... Yaşına rağmen her gün traş olurdu, saçını tarardı. Biraz sakal uzatayım şakayla karışık kızardı, sitem ederdi. Genç adamsın bu sakal ne, derdi..

Sivas'ta başlayan, İstanbul'da sona eren bir hayattı onunki...

Ve göçüp gitti... Son büyüğüm de yok artık...

Köyde, eşinin yanında huzurla uyuyor artık...

Ve artık, ne çay isteyecek ne de yemek... Hatırlanmak isteyecek...

Merak etme dede, sonsuza dek de hatırlayacağım seni, asla unutmayacağım. Tıpkı anneannem, babaannem ve diğer dedem gibi...

Nur içinde yatın hepiniz...




18 Mart 2013 Pazartesi

Sayın Öcalan, Terörist Başbuğ...

Hemen hemen her gün, günde bir kaç kere söylendiği için şu sözü duymadım diyemezsiniz...

Nerden, nereye...

Başbakan'ın her konuşmasında zikrettiği büyülü söz... İcraatlarını anlatırken de, geçmişe söverken de hep bu iki kelimeyi kullanır.

Artık aşina olduk, duymayınca kendimizi eksik hissediyoruz... Niye mi bunu dile getirdim. Yazının sonunda...

Neyse, bu arada, Ergenekon davasında da savcı mütalaasını verdi. Kim var kim yok müebbete bağladı. Darbeye teşebbüs müebbetlik hapis suçu oldu.

Paşası, gazetecisi, milletvekili, doktoru kim varsa yıkıcı güç olarak ilan edildi. Paşa, vekile, vekil, gazeteciye, gazeteci, doktora sonra hepsi birbirine...

Bunlar biraraya geldi ve hükümeti yıkmaya teşebbüs etti ama o kadar kalabalıklar ki, bir türlü başaramadılar. Ama cezaları kesindi. ölene dek yatacaklardı içerde.

Herkes çıktı, tam da 18 Mart Çanakkale zaferi yıldönümünde açıkladılar mütalaayı dediler. Yanılıyorsunuz tam da BDP'lilerin İmralı ziyareti günü açıklandı...

Yani, Öcalan'ın devletle muhatap olduğu, öldürdüğü binlerce kişinin kanının üstüne basarak meydan okduğu gün.

Onunla her cephede savaşan, silah arkadaşlarını şehit verenler, terörist olarak ilan edilirken, Öcalan, 21 Mart'ta tarihi açıklama yapacağını iletiyordu adamlarıyla. Meclis'e bile mesaj gönderiyor, siz de katılın diyordu.

Uzun lafın kısası... Başa dönersek...

Nerden, nereye...

Bebek katilinden Sayın Öcalan'a...

Şerefli paşalardan, terörist Başbuğ'a...

Yani, Sayın Öcalan, terörist Başbuğ...

Çanakkale...


Büyük zaferin 98'inci yılı...
Düşmana burayı geçemezsiniz denilen Çanakkale Savaşı'nın yıldönümü..

Bilindik kutlamalar yapılacak. Devleti yönetenler, stadda konuşacak, şöyle büyük tarih yazdık, şehitler şöyle kahramanlıklar yaptı diyecek..

Sonra çelenk konulacak şehitliklere.. Dualar edilecek.. Televizyon kanalları da bunları verecek, geçecek..

Gel de üzülme... Eskiden daha bir değerliydi sanki. Özel programlar yapılırdı ama öyle çene çalınan değil... Emek verilen, günlerce uğraşılan yayınlar...

Onlardan birini yapmıştık Atv'de... 3 gün sürmüştü provası. 18 Mart akşamı Anzak Koyu'na dalmıştık. Şehitlerin hatıraları için yapılmıştı dalış. Plaket bırakıldı. Rahmetli Haluk Cecan ve ekibiyle.

Özeldi yayın... Ağladık sonra. Şehitleri hatırladık, hatırlattık milyonlara...

Ve yıllar geçti, bitti o yayınlar. Para bahane edildi hep. Vazgeçildi özel yayınlardan... Ama bitmemeli...

Şimdi tam zamanı.. 100'üncü yıla kaldı 2...

Bu büyük zaferi dünyaya bir kez daha gösterme zamanı. Devlet atmalı bu adımı. Çanakkale zaferini anlatmalı... Görsel bir şölenle ama..

Dünyanın bu alanda en büyük yönetmeni kimse o çağrılmalı. Anzak çıkarması canlandırılmalı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gemileri Anzak Koyu'na gelmeli, Tabyalar yeniden yaratılmalı. Savaş canlandırılmalı ama canlı yayında..

Tüm dünyaya gösterilmeli, gurur tablosu. Bu toprakların evlatlarının nasıl vatanı için mücadele ettiği anlatılmalı bir kez daha..

Tam zamanı şimdi.. Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan, Muhalefet ve daha kim varsa el atmalı bu konuya, gayret göstermeli.

Çanakkale'nin 100'üncü yılına bu yakışır...


2 Mart 2013 Cumartesi

Yakın tarihe yolculuk...



34. yılında İran islam Devrimi... İmam Humeyni'nin sürgünlerle geçen yaşamı... İran'ın askeri gücünün sergilendiği Mukaddes Savunma Müzesi... Tahran'ın gözbebeği Milad Kulesi... Tarih kokan kent İsfahan...

Muhabir, İran'a gitti, çok özel bir program hazırladı..

İran Devrimi ve sonrasında yaşananlar, ülkenin 3 büyük kentindeki izleri...Tüm detaylarıyla ekrana geldi..

Deniz Gülen'in anlatımıyla işte o program...

28 Şubat 2013 Perşembe

Konferans...



Show Haber'den ben Deniz Gülen ve değerli dostum Skyturk360 Meteoroloji Editörü Hüseyin Öztel, Gebze Süleyman Demirel Anadolu Lisesi'nde konferans verdik. Öğrencilerle deneyimlerimizi paylaştık, onların merak ettikleri soruları yanıtladık. Çok keyifli bir sohbetti... İşte o sohbetten bir bölüm...

26 Şubat 2013 Salı

Muhabir tanıtım...


İran devriminin 34'üncü yılında neler yaşandı? Devrim kutlamaları ve iran'dan çok özel görüntüler...

23 Şubat 2013 Cumartesi

muhabir...

Geçtiğimiz haftalarda 4 günlük iran seyahati gerçekleştirdim. İslam Devrimi'nin 34. yıl kutlamalarına çağrıldım. Benim için heyecan verici bir olaydı. Habercilik hayatımda böylesi bir olaya ilk kez tanıklık edecektim... Ettim de...

Devrimin yıldönümünde Azadi Meydanı'nda yüzbinlerin arasında ben de vardım. 34 yıl geçmişti devrimin üzerinden. Ve halk bunca zamana rağmen sımsıkı tutuyordu inkılabı.



89'da kaybettikmeri dini lider Humeyni asla unutulmadı. Fotoğrafları baş köşede... Dini liderlerine saygıda asla kusur etmiyordu İranlılar...

Azadi Meydanı'ndaki coşkuyu görünce İran'ın bu noktaya nasıl geldiği de açıkça ortaya çıkıyordu. Şah'ın gidişi ve yeni bir dönemin başlangıcı İran'da çok şeyler değiştirdi..

Ülke adeta 180 derece değişti... Monarşi'den şeriat yönetimine geçti...

İşte 4 gün boyunca 3 kent gezdim.. Tahran, Kum ve İsfahan...

Neler yaşadım? Özgürlük meydanındaki kutlamalarda halk neler anlattı? Devrimin 34. yılındaki coşku nasıldı? Devrimin başladığı önemli kentlerden Kum'da Humeyni ve öğrencileri neler yaşıyor? Kültür ve tarihi miras İsfahan'daki yaşam nasıl?

İşte tüm bunlar 28 Şubat perşembe akşamı saat 23:55'te Skyturk360'daki muhabir programında olacak...

İran'daki tüm yaşadıklarımı en ince ayrıntısına kadar ekrana getireceğim. Cuma namazı, Humeyni'nin Tahran ve Kum kentindeki evleri, Azadi Meydanı'ndaki devrim kutlaması, İsfahan'da tarihe yolculuk...

Son yılların en özel İran dosyası 28 Şubat Perşembe akşamı saat 23:55'te Skyturk360'da..

18 Şubat 2013 Pazartesi

Mukaddes Savunma Müzesi...


İran'ın askeri gücünün sergilendiği Mukaddes Savunma Müzesi... Özel izinle.. Türk televizyonlarında ilk kez...

16 Şubat 2013 Cumartesi

İran'da cuma namazı...

1979'un Şubat ayıydı.. İmam Humeyni, son sürgün adresi Fransa'nın başkenti Paris'ten Air France uçağı ile Tahran'a indi.. O daha gelmeden Şah Rıza Pehlevi çoktan gitmişti ülkeden. Onbinler karşıladı İmam'ı. Coşku doruktaydı...

Ve o günün üzerinden tam 34 yıl geçti.. İranlılar İslam devriminin yıldönümü kutlamaya hazırlanıyordu..

Bu tarihe ana biz de tanıklık ettik... Neler yaşadığımızı bir sonraki yazıda anlatacağız... Ve cuma sabahı İran'a uçtuk. İmam Humeyni Uluslararası Havalimanı'na indikten hemen sonra ilk iş, cuma namazı için başkente hareket etmek oldu..

İmam'ın cenaze namazının kılındığı Musalla Camii'ne geldik. İran'da cuma namazları tek bir merkezde kılındığı için kalabalık olağanüstüydü.. Saat yaklaştıkça insanların akın akın gelişine şahit olduk.

Çekim yapmak pek de kolay değildi İran'da. Gerekli izinleri aldık ve öğrendiğimiz bir şey bizi şoke etti. Musalla Camii öylesine büyüktü ki, inşaası devem eden cami tam kapasite hizmete girdiğinde 8 milyon kişi aynı anda namaz kılabilecekti.

Onbinlerce kişi ile birlikte  biz de içeri girdik. Kalabalığı görünce büyülenmemek imkansızdı. aynı anda yüzbinden fazla kişi namaz için saf tutmuştu... Bir platformun üstüne çıktık, çekimi ordan yapacaktık.

Şii geleneğinden gelen İran'da namaz da biraz farklı haliyle. Dikkatle ne yaptıklarını inceledik, ardından da çekime başladık. Anonslar çektik, herkesin aynı anda secdeye varmasıyla oluşan görüntüye şahitlik ettik.

Asker, öğrenci, genç, yaşlı, kadın Tahranlılar cuma için safta buluştu.

Çekim bitti, artık çıkma zamanı geldi... Onbinlerce kişi ağır adımlarla boşalttı camiiyi.. Kadınlar başka kapıdan erkekler bir diğerinden...

Çıkışta, bazı adamlar var ki, görevi kalabalığa slogan attırmak. İşte yine sahnede. Bu kez İsrail ve Amerika aleyhine atılıyor sloganlar...

Suriyeli kardeşlerini de unutmuyor İranlı...Sadaka kutularında biriktirilen paralar, Suriye'ye gönderiliyor..

Cuma namazı sonrası tatil İran'da... Zaten cuma günleri tamamenz tatil.. Onbinler otobüslerle, metroyla evlerine ya da piknik alanlarına akın ediyor..

İki gün sonraki büyük buluşmaya hazır hepsi.. Azadi Meydanı'ndaki devrimin 34. yıl törenlerine..

Eee o törende neler yaşandığı da bir sonraki yazımızda..

15 Şubat 2013 Cuma

İran... 1. Bölüm...

Uçağımız Tahran İmam Humeyni Uluslarası Havalimanı'na indiğinde merak yerini heyecana bıraktı... Yıllarca bize hep farklı şekilde tanıtılan bir ülkeye ayak basacaktık az sonra...

İran  İslam Cumhuriyeti'ydi ziyaret mekanımız... Uçaktan inildi, pasaport kontrolü ve sonrasında başkent Tahran'dayız...
İlk izlenim önemlidir ya bir kişi için. Önyargıları bir kenara bıraktık, şehir hayatını içine attık kendimizi...

İnanılmaz bir trafik karşıladı bizi. Benzin sudan ucuz olunca, araç sayısı inanılmaz boyutlarda. İstanbul'a kötü diyenler, mutlaka görmeli burayı. Eminim ki sözlerini geri alacaklar. Kuralsızlığın kural olduğu bir yer burası. Tampon tampona giden araçlar, yayaya yol vermeyen sürücüler... Karşırdan karşıya geçmenin bile mücadele ruhu gerektirdiği bir trafiğin tam ortasındaydık.

Eğer İran'a özellikle de Tahran'a gelecekseniz, araç kiralamayı bir kez daha düşünün derim. Bu trafikte saç baş yolmanız büyük olasılık.
Ama onca karmaşaya rağmen, kavga da yok gürültü de. Kimse kimseye bulaşmıyor, sesini yükseltmiyor.

Geniş bir metro ağı var Tahran'da. Kilometrelerce uzunlukta. Yeni hatların inşaası ise sürüyor. Yakın zamanda havalimanından şehir merkezine de metro seferleri başlayacak.

Dünyaya kapalı bir ülke İran. Ambargoların altında yaşam mücadelesi veriyorlar. Ama bu onları çok da etkilemişe benzemiyor. Aksine daha da ateşlemiş. Yerli üretim haf safhada. Otomobillerini, uçaklarını, telefonlarını, binalarını, yollarını hep kendileri yapıyor.
Yakında çift katlı otoyol hizmete açılacak.
Kilometrelerce uzunluktaki tüneller de yine İranlı mühendis ve işçilerin emekleriyle yapılmış.

Şeriat hakim haliyle ülkede. İslam devrimi sonrası kadınların mutlaka ama mutlaka başlarını örtmeleri gerekiyor. Ama öyle kara çarşafa ya da burkaya girdikleri de yok hani. Eskiler yani yaşlılar ya da daha radikaller, çarşaf kullanıyor fakat kendilerini modern olarak gören İranlı kadınlar başörtüsünü zorunluluk da olsa sadece süs eşyası olarak kullanıyor.

Acem kızlarının güzelliği dillere destandır. Tahran'da buna birebir şahit oluyorsunuz.
Kadınlı erkekli gruplar sokaklarda rahatça birlikte gezebiliyor.
Anlayacağınız, basit birkaç kurala uyulması halinde Tahran gezilmesi çok zevkli bir şehir.

Türk Lirası, İran Rial'i karşısında iki kat değerli. O nedenle alışverişte birçok ürün ucuza gelecektir. Bol bol alışveriş yapma imkanı bulabilirsiniz.

Çok büyük bir kent Tahran. Özellikle dini mekanlar gezilmesi gereken yerlerden. Camiler, Dini rehber İmam Humeyni'nin evi, Şah Rıza'nın sarayı ve nice mekan, ziyaretçi akınına uğruyor...
Ve son bir not...

İran'da nereyi gezerseniz gezin, nereye giderseniz gidin, dini değerlere saygılı olmayı ve sabretmeyi sakın unutmayın...




18 Ocak 2013 Cuma

Birand'ın ardından...

Kısmet olmadı çalışmak... Engin deneyimlerinden birebir yararlanamadım. Ama uzakta da olsa hep öğreticiydi. Ekranda yaptıklarını görünce onun gibi olmak için mücadele verdim.

Birkaç kez karşılaştık. Ya çok sevdiği Galatasaray'ın maçında tribünde ya da konuk olarak geldiği kanalımda... Yüzü hep gülüyordu. O günlerde 'inşallah bir gün onunla çalışırım' diye içimden geçirdi. Olmadı...

O'nun izlerini hissettim daima...
Gazetecilikte imkansız bir şeyin olmadığını öğretti.
Mesleğin ağabeylerinin, çömezlerin yanında olması gerektiğini öğretti.

Deniz Arman bir anısını anlattı. Yıllar önce Birand'ın yanına geldiğini, kendisine bir sunum yap bakalım dediğini söyledi... İlk kez kamera önünde havadan sudan bir şeyler anlattığını ve hemen ardından Birand'ın 'tamam sen artık televizyoncusun' dediğini üstüne basa basa biz genç gazetecilerle paylaştı.

O anı çok özeldi... Birand'ın nasıl gençlere destek verdiğinin kanıtıydı aslında... Onun için çalışamadığıma üzgünüm.

Yeri dolar mı bilmem...
Tek yol var, yetiştirdikleri de onun yolundan giderse evet.
Bu işe gönlünü, ömrünü verenlerin seslerine kulak verecek birileri çıkarsa evet.

O'nun büyüklüğü, çalışan çalışmayan herkesin minnetle ve özlemle anmasından belli.

O'nunla aynı mesleği yapmak büyük şans ama O'nunla aynı haber merkezinde olamamak da bir o kadar şansızlıktı.

Artık yapacak bir şey yok. İzinden gitmek ve direnmekten başka. Çünkü o şunu öğretti... İmkansız diye bir şey yoktur, çalışmak önemlidir.

Sabırla, inatla, özenle, gece gündüz, sıkılmadan yola devam. Tüm olumsuzluklara rağmen...