27 Mayıs 2013 Pazartesi

Kara sevda: Gazetecilik...

Delikanlılık hayalimdi gazetecilik... Orta okul döneminde gazetelerin verdiği televizyon eklerini okurdum. Kanalların haftalık yayın akışlarını incelerdim. Sonra kendimce akış yapardım.

Hatta Türkiye'nin ilk müzik  - spor kanalını da kurmuştum. 24 saat müzik ve spor yayını yapan bir kanaldı. Hayaldi ama güzeldi.

Sonra biraz daha büyüdüm. Lise son. Bir film izledim, hayatımın akışı hızlandı. Adı "up close and personal" idi. Yani Türkçe çevirisiyle çok yakın ve çok özel. Bir aşk filmiydi ama televizyoncu bir çiftin aşk hikayesiydi..

Film bittiğinde kararım kesindi. Gazeteci olacaktım. Dönüşü yoktu. Ne annemin öğretmen ol isteği ne de babamın turizm oku otelde çalışırsın telkini kararımı değiştirdi. Sınava girdim. Tüm tercihlerim iletişim fakülteleriydi...

Ve olmuştu. Kazanmıştım. Hayallerim gerçek olmuştu. Daha orta okulda resmettiğim hikaye önümdeydi. Gazeteci olacaktım. İnsanlara bilinmeyenleri ilk ben aktaracaktım.

4,5 yıl okudum, yarım dönem uzattım. Zira askerlik vardı.. Sonra Staj yaptım, parasız aylarca çalıştım. Hiç sıkılmadım, hiç of demedim. İçimdeki istek öylesine büyüktü ki, seviyordum bu mesleği.

Yıllar yılları kovaladı. O filmde izlediğim gazetecilik değildi yaptığım. O filmdeki bir aşk da değildi... Neydi peki bu yaptığım. Ben de yanıt veremedim buna.

Ama yine de direndim. Seviyorum dedim ya bu mesleği, hem de öyle böyle değil. Ölesiye bir aşktı bu.

Fakat aşk bitiyor mu diye soruyorum kendime. Hele belirsizlikler var ya, kopartıyor insanı yaptığından.

Gazetecilik benim için sevda, kara bir sevda.

Bir yanım kopmak istiyor, diğer yanım sımsıkı tutuyor.
Bir yanım kalk git diyor, bir yanım kal diye diretiyor.
Bir yanım öfkeli, diğer yanım saf aşık...
Bir yanım kızgın, diğer yanım sevdalı...

Her şeye rağmen gazeteciyim... Öyle de kalacak gibi.. Kimbilir...

14 Mayıs 2013 Salı

modern toplum...

Trt'de bir dizi var. Salı günleri yayınlanıyor. 80'ler diye. Mutlaka denk gelmişsinizdir. Kiminin çocukluğunu, kiminin gençliğini anlatıyor. Neler yaşadıklarını, neler yaptıklarını...

Bakkal dükkanlarını, mahalle manavını, kasabı, kahveyi ve karakolu yani geçmişi, özleyenlere hatırlatıyor...

Artık yok bunlar. Her yer devasa sitelerle çevrili. Koca koca apartmanlar, yüksek duvarlarla örülü siteler. Her yanında güvenlik görevlisinin gezdiği rezidanslar.

Kime sorsanız özlem duyar o günlere. Hatta gözleri dolar. Derin bir ah çeker. Nerde o eski günler der.

Yapılan büyük binalara kızar. Yeşil alan kalmadı der. Ah nerde o eski mahalleler, kasaplar, bakkalar diye dert yanar.

Dert yanar da gerçekten bu kadar samimi mi acaba insanoğlu. Denk geldiğim birçok olay aslında olmadığını gösteriyor. Neden mi?

İstanbul'un nehüz rezidans girmemiş bazı semtleri var. Birçoğumuz onlara gecekondu mahalleleri diyoruz. İşte oradan geçerken, ev sahipleri ya balkonda halı yıkıyor ya da evinin önüne minder atmış oturuyor.

Bunu gören hemen başlıyor. Bu ne yahu. Burası İstanbul. Başka İstanbul yok.

O mahallerde oturanlara pek iyi gözle bakmıyor. Yaptıklarını İstanbul'a yakıştırmıyor. Peki niye tepki gösteriliyor? Hani 80'leri özlüyordunuz, hani o mahalle hayatını istiyordunuz? Noldu.

İnsanoğlu o dakikada şöyle bir ikilem içine giriyor. Geçmişe özlem duyuyor ama modern yaşam ağır basıyor.

İstanbul gelişiyor, insanlar özlem duyuyor geçmişe. Ama ilerledikçe, geliştikçe ne kadar özlem duyulsa da o günler sadece hatıralarda kalsın istiyor. Şimdi öyle bir hayat ver, hiçbiri kabul etmeyecektir.

En iyisi biz sadece dizileri izleyip, vay be diyelim. Ama o mahalleden geçerken de balkonunda halı yıkayana sadece tebessüm edelim...