20 Mart 2012 Salı

7,2 yıkmadı...

1999 Marmara depremiydi... Hatırlarsınız, 7,4'le vurmuştu... İstanbul, Sakarya, Kocaeli yıkılmıştı...

Depremden aylar önce 28 Şubat yaşandı... Başkentte bir deprem yaşanmıştı adeta hem de tüm Türkiye'nin derinden hissettiği bir deprem... Refah - Yol iktidarı çekilmek zorunda bırakılmıştı.

Türban üniversitelerde yasaklanmış, imam hatiplerin orta bölümleri kapanmış, 8 yıllık zorunlu eğitim getirilmişti... Ve o günlerden bir kareydi bu.


"Türbanlı" genç kızlar, ellerinde pankratlarla "7,4 Yetmedi mi?" diye dolaşıp, depremin 28 Şubat'la geldiğine vurgu yapıyorlardı kendilerince...

Ve 2012.. Bu kare de Nevruz kutlamaları sırasında Güneydoğu'da çekildi...


Bizi 7,2 yıkmadı. TC'nin ne haddine...

Aradan yıllar geçse de bir şeylerin değişmediğinin kanıtıydı aslında bu... Fazla söze gerek yok... İnsanların duygularına seslenirken, gerçek duygularıyla oynamamak lazım gelir diye düşünüyorum...

15 Mart 2012 Perşembe

Sen ağlama Nedim...

Dile kolay, tam 375 gün sonra çıktı zindan Nedim Şener ve Ahmet Şık... Bi tanışıklığım olmadı sadece eylemlerde özgürlükleri için slogan atarken buldum kendimi, isteyerek koşarak...

Tututlandıkları gün, bir garip hissetim kendimi... Gazeteci büyüklerim içerdeydi... Hevesim kırıldı. Sonra durdum, düşündüm. Daha umutlu olmalıydım, bu bir gelecek savaşıydı çünkü...

Sonra mücadele başladı... Yürüyüşler, isyanlar... Ve 375 gün sonra hayaller buruk da olsa gerçekleşti... 4 gazeteci serbest kaldı. Ahmet ve Nedim, ailelerine, çocuklarına kavuştu, özgürlüklerini yeniden aldı..

Herkes dışarı çıktıkları için sevinçliydi... Sonra içerde ne yaşadıkları merak edildi... Şener öyle şeyler anlattı ki, kendine insanım diyen, helal süt emmiş herkes gözyaşlarına boğuldu..

''Silivri kahraman olunacak yer değil, insan çürüyor''.

Ve o an anladım ki, amaç yargılamak, suçlamak değildi bu insanları... Yıprakmaktı, sindirmekti,  korkutmaktı daha da vahimi şok etmekti... Direndiler direnmeye de devam ediyorlar.

Çünkü onları hayata bağlayan bir gerçek var. gelecekleri yani çocukları.. Onlar yıpranmasın, sinmesin, korkmasın, yok edilmesin diye verecekleri bir gelecek savaşları var çünkü...

Ahmet de, Nedim de, diğerleri de bu savaşı sonuna dek verecek. Ve bizler, çocuklarımıza özgür bir gelecek vermek istiyorsak, hep onların yanında olacağız, elimizi taşın altına sokmaktan vazgeçmeyeceğiz...

Yeter ki, sen ve senin gibiler ağlamasın Nedim...

13 Mart 2012 Salı

Sivas...

Zamanaşımı, insanlık suçu...

Doğup büyüdüğüm kent İstanbul ama babadan kütük Sivas'ta.. Milli mücadelenin başladığı, yeni Türkiye'nin kurulduğu, Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarının geleceği başlattığı yer...

Modern Türkiye'nin temellerinin atıldığı, Anadolu'nun orta yerinde sıcacık bir şehir... Her şeye rağmen memleketim...

Her şey 2 Temmuz 1993'te değişti... Kara leke sürdüler memleketime... Can'larımızı yaktılar, katlettiler. Yasa boğdular bizi... Küstürdüler o güzelim kentte.

Yıllar geçti, gitti... Leke silinmedi... Ağır bir is gibi çöktü üstüne... İnsanların üstüne, kentin üstüne...

Ve 2012... 13 Mart... Bir umut yeşerdi yüreklerde... Leke silinecekti, buydu beklenti...

Silin o lekeyi kentimin üzerinden...

12 Mart 2012 Pazartesi

Marmara İletişim...

Yıl 1996'ydı...

Sınavı kazandığımda çok mutluydum... Zaten hayalimdi de. Sonunda işsiz de kalsam Gazetecilik okuyacaktım. Başardım... O zanman öyle internet çok yaygın da değil, öğrenmek için ya 900'lü hatları arayacaksınız ya da elinize sonuç kağıdının gelmesini bekleyeceksiniz. Neyse uzatmayalım, aradı annem, sonra beni buldu ve o güzel haberi verdi. Marmara İletişim, Gazetecilik.

Hayatımda belki de hiç bu kadar mutlu olmamıştım. içim içime sığmıyordu. Sonra kayıt günü geldi. öyle İstanbul çok da bilmiyordum hani, doğma büyüme yaşasam da. Amcam geldi benimle, Nişantaşı'nda bir apartmana ulaştık. Burası mı dedim içimden. Hayaller farklıydı, kocaman bir kampüs bekliyordum.

Kapıdan girdim, öğrenci işlerine yöneldim, kaydımı yaptırdım. Artık ben de iletişim öğrencisiydim. Günler geçti, okul açıldı. Kartal'dan otobüse bindim, Nişantaşı'na ulaştım. Trafikten biraz geç kaldım. Ders rahmetli Nuri inuğur'un dersiydi. 401 no'lu salonda. Yanlış hatırlamıyorsam ya siyasi tarih ya da basın yayın tarihi dersiydi.

İçeri girdim, amfi yani sınıf tıka basa doluydu. Oturacak yer yoktu. Hocam çağırdı gel buraya dedi, hemen arkasındaki kalorifer peteğine oturttu beni, ordan dinledim dersi. Ve o gün her şey değişti aklımda. Kocaman olmasa da okulum, benim okulumdu. Yüzüm gülüyordu.

Günler günleri, aylar ayları, yıllar yılları kovaladı. Mutluydum. MİHA Marmara Üniversitesi iletişim Fakültesi Haber Ajansı'na girdim. Kayıhan Hoca'yı tanıdım. Çok şey öğrendim. Sonrasında ulusal kanallarda geçen yıllar...

Ve tabii asla unutulmayacak bir isim. Ünsal Oskay... Elinde  çayıyla gelirdi derse, kitap açık yapardı sınavı. Nerede kalmıştık sözleri hala kulaklarımda... Nur içinde yatsın...

Yıl 2012... Bir dekan gündemde bugünlerde. adı Yusuf Devran. Eleştirildiği için okulu kabusa çeviren bir dekan. Hayatımızın geçtiği ajansı yok eden bir dekan. Beraber okuduğumuz şimdilerde araştırma görevlisi olan Uraz kardeşime tavır alan bir dekan.

İletişim Fakültesi'nde her türlü iletişimi yasaklayan bir dekan. Ünsal Hoca'nın dişiyle, tırnağıyla var ettiği bir okulu tek kalemde bitiren bir dekan.

Ama şunu iyi bilmeli. Ne kadar baskı yaparsan yap, ne kadar zulüm edersen et, ne kadar yasak getirirsen getir, Marmara İletişim seni yarın ututacak. Silinip gideceksin işin bittiğinde. Çünkü kötüler sadece günü birlik anılırlar, sonra unutulurlar...

Ve burdan sesleniyorum. Ey YÖK, ey ÖSYM, ey Milli Eğitim Bakanlığı; Marmara İletişim'deki dekanla ilgili söyleyecek bir sözünüz, yapacağınız bir eylem var mı?

10 Mart 2012 Cumartesi

ezik miyim ben?..

Son günlerin fenomen kelimesi, ''ezik miyim ben''? Olumsuz bir şey gerçekleşse ya da istemediğimiz bir durum olsa, hemen söylenior oldu bu kelime...

Aslında kelime anlamı, sıkıntılı ve üzüntülü duruma düşmek... Şimdi diyeceksiniz ki nereden çıktı bu? Hiçç, aklıma geldi sadece.

Aklıma gelmişken, şunu da söylemek istiyorum. Bunca yıldır sektörde olan biri olarak ben de şöyle bir şey yer etmiş.

Ne kadar çok işe yararsan o kadar eziksin ya da ne kadar çok siliksen o kadar yıldızsın.

Kısa ve öz oldu bugünkü yazı. İdare edin bu defa.

5 Mart 2012 Pazartesi

Hangi taraf?..

''Taraf olmayan bertaraf olur''. Referandum öncesi duyduk bu sözü. Haliyle yarıdan fazlası taraf oldu ülkenin... Hayırlara vesile olması dileğiyle...

Şimdilerde yine aynı konu gündemde... Başrollerinde de tanıdık simlar var. TÜSİAD ve iktidar. Malumunuz 4+4+4 eğitim sistemi tartışılıyor bugünlerde Türkiye'de. Herkes bir şeyler söyleme derdinde. Eleştiren de var, destek olan da... Destek verenler el üstünde tutuluyor, köstek olanlara aba altından sopa gösteriliyor.

İşte onlardan biri TÜSİAD. ''Bu böyle olmamalı, bizi geri götürür, kızlar eve kapanır'' açıklamaları yaptı başına gelecekleri düşünmeden. Ve ayar hemen geldi. Hem de en tepedeki isimden, Başbakan Erdoğan'dan.

Recep Tayyip Erdoğan, açtı ağzını, yumdu gözünü. Eleştirmenin, muhalefet etmenin mümkün olmadığını anlattı uzun uzun. Ne haddinize dedi kısa yoldan. O sustu, diğerleri başladı. Milletvekilleri, bakanlar, partililer kısacası Ak Partililer topyekün savaş açtı TÜSİAD'A.

Neymiş, TÜSİAD işine bakmalıymış, ona mı kalmış, çok istiyorsa siyaset, parti kursunmuş. Hatta yetmedi, bir Ak Partili, ring benzetmesi yaptı, TÜSİAD yumruk kaldırdı, yumruk yemeye de hazır olmalı dedi.

Kısacası şu, ya Ak Partilisin ya da hiçbir şeysin. Bunu dikte ettiler hep birlikte.

Sonuç; muhalefet etme, seni ilgilendirmeyen konularda fikir beyan etme, ağzını bile açma, darılırım, kırılırım, mesafe koyarım.

Sonra gelsinler, biz anayasa yapacağız desinler. 75 milyonu kapsayan anayasa.

Selametle... Bu olsa olsa taraf'yasa olur.

3 Mart 2012 Cumartesi

Çocukluk heyecanı...

1980'ler... Mahallelerimiz vardı o zamanlar... Doya doya, özgürce dolaştığımız, oyunlar oynadığımız, sadece karnımız acıktığında evimize geldiğimiz zamanlardı... Mahalle arkadaşlarımız vardı. Her mahallenin çocukları, diğer mahalleye karşı birlik olurdu... Hak yedirilmezdi..

Mahalle maçlarımız vardı, misket oynardık, çelik çomak da... Bahçelere dalardık. Mevsimine göre ne varsa çalardık, ev sahibinin ruhu bile duymadan... Gül gelir, arkadaşımızı ispiyonlardık, şakasına...

Tek katlıydı evler, bilemedin iki... Yukarı mahalleye gider, evlerin zillerine basardık... Kaçardık hemen, gizlenirdik. Evin sahibinin bağırışlarını duyar kaçardık. Kimse kin duymazdı bize. Çocuktuk çünkü, art niyet yoktu hiçbirimizde, oyundu bu sadece... Polis yakamıza yapışmazdı, komşu şikayet ederse, alt tarafı babamızdan yalandan azar işitirdik.

Ya şimdi... Adıyaman'da alevi ailelerin evlerinin duvarlarına garip işaretler çizildi... Herkes tedirgin oldu... Alevilerin olması akıllara türlü türlü sorular getirdi... Sonra ustalık döneminin İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin çıktı, telaşa gerek yok, bir kaç çocuğun yaptığı oyun bu dedi...

Okları direkt çocukların üzerine çevirdi... Yıllar önce de yaptığımızda kimse böyle düşünmemişti hakkımızda...Bu kadar basitti yani. Çocukların yaptığı bir oyun...

Bu İçişleri Bakanı çocukluk heyecanımızı yok etti bir anda... Biz çocuklar yapmazdık öyle. Asla da yapmayız... Heyacanımıza gölge düşürdü... Eee, en basiti buydu tabii... Bu işi örgüt yaptı diyecek hali yok ya.

Ey, İdris Naim Şahin... Şunu iyi bil. Çocuklar, mahalle çocukları senin bildiğin gibi değildir. Masumdur onlar, iyi niyetlidir. 30 sene önce neysek, şimdi onlar öyle...

Bir de sorum var, Adıyaman Emniyeti'ne ve İçişleri Bakanlığı'na...
Buldunuz mu o yaramaz çocukları?

1 Mart 2012 Perşembe

75 Milyon'u temsil etmek...

Türkiye'de şöyle bir söylem vardır, yıllardır da her başa gelen söyler... O yıl nüfus ne kadar ise, ''biz şu kadar milletin temsilciyiz'' derler... Son yıllarda nüfus 75 milyon olunca, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın dilinden de ''biz 75 milyonun temsilciyiz'' sözü hiç düşmez.

Peki öyle midir gerçekten de?

Halkından korkan bir lider nasıl olur da, tüm kesimin temsilciyiz diyebilir? Korkar derken yanlış anlamayın, korkak demedim.

Şöyle açıklama getireyim. Başbakan, Türkiye'nin neresinde olursa olsun, çok sıkı güvenlik önlemleriyle korunuyor mu? Evet.
Yanına yaklaşabilmek için korumalarından icazet almak gerekiyor mu? Evet.
Bir yerden geçeceği zaman tüm trafik kapatılıyor mu? Evet.

Eee, o zaman hiç de hepimizi kucaklamıyor.

Cumhurbaşkanı Gül için de bu geçerli. Bugün sabah bir duyuruya tanıklık ettim. Cumhurbaşkanlığı teknesi boğazda olacağı için o hattaki bazı seferler iptal edilecek... Yani Gül, konuğuyla boğazda gezerken, deniz yolunu kullanmayı düşünenler, bu hayallerinden vazgeçsin.

Cumhurbaşkanı karadan gidince de kapatıyorsun, denizden gidince de... Niye, halk deniz yoluyla giderken bir şeyler mi yapacak? Neden halkıyla aynı anda deniz üzerinde olamıyor? Neden onunla aynı anda boğazın tadını çıkaramıyor?

Boşuna nefes tüketmesinler, hiçbiriniz, hiçbir zaman hepimizi kucaklayamazsınız. Bu sadece boş laftır.

Şimdi diyecekler ki, teröristler var, suikast düzenlemek isteyenler de olabilir. Bunun önüne geçmek için bu çabamız... Arkadaşlar, herkesi etraftan izole ederek ben de korurum istediğimi. Bunlar bahane...

75 Milyon'u temsil etmek de hikaye...